26 Mart 2012 Pazartesi

Bana Yeni 1 Ben Lazım!

bugünlerde bana yeni bi ben lazım modundayım!

niye mi?
nasıl anlatsam bilmem ki?
hayatımın dönüm noktasındayım sanki?
kendime ait küçücük dünyam birden bire devleşti ve üstüme üstüme geliyor?
belki de o gelmiyordur da ben öyle hissediyorumdur..
bu kadar özetten sonra stresin kaynağına gelelim adı : "Evlilik Telaşesi"

kendimi bi yandan içimdeki kelebek pır pır ediyorken; diğer yandan da yapmam gerekenlerin eteklerimi tutup tutuştururken görüyorum. herşey nasıl olacak, nasıl bitecek sorusu kafamı rahat bırakmıyor? kime sorsam olsun bunlar güzel şeyler diyor ama bana sorarsan da kimse beni anlamıyor ya da ben anlamadıklarını düşünüyorum(!) bi yandan yıllardır yaşadığım evimden ayrılacak olma psikolojisine giriyorum, aynı anda da bu duyguyu kimseyi üzmemek için içime bastırıyorum. sonra da bir düşünce daha uzaktan geliyor ve diyor ki :


" tüm evlenenler bu duyguları yaşıyor, sen artık büyüdün! evlilik de hayatın bir parçası, onu hayatının dönüm noktası gibi değil, hayat arkadaşınla yeni bir başlangıç gibi gör diyor ve içime biraz su serpiyor!" 


yani anlayacağınız yapmam gerekenlerden oluşan uzun bir listem var;
ama yanımda da desteğini esirgemeyen insanlar var..
şimdi salına salına düğünlerine gittiğim insanların daha önceden bahsettikleri duyguları daha iyi anlıyorum..


demek ki bazı şeyler yaşamadan anlaşılmıyor,
bundan sonra evlenenlere tam destek diyorum ve yazımı burada noktalıyorum..
biliyorum, "herşey çok güzel olacak" ;)



sevgilerimle;



-->rotamissworld





Nil Baharı Yazısından ;)

               

                  Nil Karaibrahimgil
                  (http://www.hurriyet.com.tr/magazin/yazarlar/20203676.asp)

16 Mart 2012 Cuma

Yazıyorum, Öyleyse Varım (!) Öncelikler Üzerine (!)


bu günlerde ise gerek havasal etkiden sanırım biraz da astrolojik etkilerden dolayı kendimi iyi hissetmiyorum ama kime baksam ya da kiminle konuşsam herkes bişilerden şikayetçi, bişilerden mutsuz..
herkesin hayatında kendine ait sorunsal bir hikayesi var..
eee, önceden yok muydu?
vardı elbette?
ama ters giden bişiler var?

artık MUTLULUK kelimesini yaşamayı unutuyoruz biz..
neden mutluluk duymamız gerektiğini, kimlerle mutlu hissedeceğimizi unutuyoruz..
hepimizin hayatında bir TEKDÜZELİK aldı başını gidiyor..

çevremdeki arkadaşlarıma, sevgilime, aileme bakıyorum..
daha önceden doya doya geçirdiğimiz vakitleri özler oldum..
yanlış anlaşılmasın aramıza kilometreler girmedi, kilometreler kalplerimize girdi..
hayat önce evlenmek, sonra çocuk doğurmaktan ibaret mi?
neden böyle olsun ki, olması gereken bu mu? sorularını sormaktan alıkoyamıyorum kendimi..
çünkü birçok kişide gidişat bu yönde..

herkes zamanın yetmediği konusundan şikayetçi..
ama çoğunlukla hepimiz çalıştığımız için birbirimize ayırdığımız vakitler çok kısıtlı..
bu konuda ne zaman düşünecek olsam; Hıncal Uluç'un yazmış olduğu bir yazı gelir aklıma, ne kadar da güzel ifade edilmiş, eee üstadımız yılların kalem ustası..önümüzde daha çok yollar var, onlar gibi olabilmek için ;)


Konumuz:
Öncelikler! Öncelikler! Öncelikler!


Üstad demiş ki:


"Öncelikler" üzerine yazıyorum yıllardır. Son zamanlarda çok yazdım ya.. "Hayatımızdaki en şaşmaz ölçüdür çünkü.. Birine ne kadar değer veriyoruz?.. Ya da biz onun için ne ifade ediyoruz.. Bunun ölçütü, yaşantımız içindeki öncelikler sıralamasındaki yerdir.."



"Hayatım sen bir tanesin. Ama yarın buluşamayız. Galatasaray'ın maçı var."
Listeyi sabaha kadar uzatabilirsiniz. Şimdi bir düşünün. Hem size ileri sürülen özürlere. Hem sizin ileri sürdüklerinize. Kimi, neleri tercih ediyorsunuz, kimlere... Ve siz nelere tercih ediliyorsunuz? Eğer, sizin için berberden, maçtan, sizi davet eden ya da size gelen herhangi bir arkadaştan sonra geliyorsa, sakın ola, onu sevdiğinizi falan düşünmeye kalkmayın.
İnsanlar bazen kendilerini de kandırır. Ya da şüpheye düşerler, "Ona karşı duygularım, çok karışık... Seviyor muyum acaba" diye..
Sevginin ve değerin en yanılmaz ölçeği, tercihtir, önceliktir. 
(http://www.sabah.com.tr/Yazarlar/uluc/2010/05/06/en_sasmaz_olcu_oncelikler)


Bununla kalmamış..bu konuyu tekrar kaleme almış :

 "Hayatınızdaki önceliği ne?. Sizin onun hayatındaki önceliğiniz ne?.

Öndeyse, öndeyseniz, ne mutlu size..

Ama siz onu, o sizi öne almıyorsanız, almak içinizden gelmiyorsa, koyun rahvan gitsin.
..ve de.. Sizin için en öndeyse, çekinmeyin, gösterin.. Söyleyin.. Yapın..

Bu yazıyı niye yazdım..
O kadar çok istek aldım ki, son günlerde "Şu 'Öncelikler' konusunu bir daha yaz" diye.. Sevgililerinin hayatında bir türlü "Senin için her şeyi yaparım" olamayanların, yani öncelik alamayanların, yani dertlilerin sayısı öyle çok ki günümüzde.. "
(http://www.sabah.com.tr/Yazarlar/uluc/2010/02/28/oncelikler_oncelikler_oncelikler)


peki, ben bu yazıyı niye yazdım :

1. bu hafta sonu derbi var..
fenerbahçe-galatasaray..
hangi öncelik bu maçın önüne geçebilir?
bilen varsa söylesin(!)


2. yazıyorum, öyleyse varım(!) demek için..




rotamissworld-->

14 Mart 2012 Çarşamba

Kulağından Gireni Kalbinde Saklayan Makbul Adamdır!



Milattan önce 402 yılıydı... 

İleride dünya düşünce tarihini yönlendirecek olan Platon (Eflatun), her yaz gününde olduğu gibi o sabah da yaşlı hocasının denize bakan eyvanına yaklaştı.


İçinde kıpır kıpır hisler vardı ve yanına girince ona heyecanla sordu: 
"Üstat Sokrates!.. Şu Protagoras'ın sizin hakkınızda söylediklerini duymak ister misiniz?" Platon henüz 25 yaşındaydı ve hem zeki, hem çalışkan bir öğrenciydi. 
 Yaşlı Sokrates ona bir ders vermek gerektiğini düşündü ve 
"Dur Platon, söyleme!. 
 Onu duymak istemem için önce senin sözlerini üçlü filtreden geçirelim!" dedi. 
 Platon şaşırmıştı, 
"Üçlü filtre mi üstat!.. O da nedir?"

 Sokrates hiç istifini bozmadı, sesine daha da şefkat katarak anlattı: 
"Üçlü filtre evlat, söylenmesi yahut kulak verilmesi gereken sözün geçirildiği üç süzgeç. 
Şimdi sorayım sana, "Senin bana nakledeceğin söz doğru mu?" 
Platon biraz tereddüt etti, düşündü; "Şey, üstat, bilmiyorum, ben sadece duydum; doğru olmayabilir!" "Yani sen bana şimdi doğru olduğundan emin olmadığın bir sözü mü söyleyeceksin Platon!?..." Platon biraz mahcup olmuştu. 
Sokrates devam etti: "Peki!.. Bana söyleyeceğin şu söz iyi mi?" 
Platon yine başını eğip mırıldandı: "Galiba değil üstat, yok yok, iyi değil, hatta belki kötü bile!.." "Evladım, şimdi sen bana hem iyi olmadığını bildiğin, hem de doğru olduğunu bilmediğin bir sözü mü söyleyeceksin!?.." Platon utanmıştı; "Bağışla beni üstat, hata ettim!" "Hayır, hayır Platon!.. Söylemek istediğin söz belki üçüncü filtreden geçer, o vakit söylersin. "Peki üçüncü filtre nedir üstat?" 
"Şu söyleyeceğin söz yararlı bir söz mü?" 
Platon o günden sonra iki ay utancından hocasının derslerine katılamadı. Hocasının doğum gününde, eline bir hediye alıp derse gitti. Sonra hiç bu bahis olmamış gibi devam ettiler. Sonraki yıllarda Platon hocasının her doğum gününde ona bir hediye alarak kendini affettirmeye çalıştı.

Yıllardan 399 idi. Sokrates artık evine kapanmış, ders veremez olmuştu. Platon hocasının doğum gününde ona yine kıymetli bir hediye göndermek istedi. Devrinin en ünlü heykeltıraşını çağırıp tembih etti: Bana iki hafta içinde, üç altın heykel yap. Her biri birer karış boyundaki bu heykeller benim anlam ve söz üzerine yürüttüğüm fikirlerimi sembolize etsin ve aralarındaki farkı yalnızca sen ve ben bilelim. Adam siparişi zamanında teslim etti. Platon da hediyeleri paketletip yaşlı hocasına gönderdi. Sokrates hediyeyi alınca şaşırdı. Önce hane halkını, sonra dostlarını çağırıp sordu: "Eğer üçü de aynı ise Platon neden üç heykel birden göndersin ki?!" Merak herkesi sarmıştı. Önce heykelleri tartmak geldi akıllarını. Hayret, gramı gramına aynı idi. Sonra heykeltıraşları davet ettiler: Onlar da "Bu heykeltıraşa gıptalar olsun, birbirinin aynısı üç heykeli nasıl yapabilmiş!" demekten öte geçmediler. Sonra estetisyenleri, filozofları, din adamlarını çağırıp durdular. Hiç kimse bir cevap veremiyordu. Atina bu heykellerin haberiyle çalkanıyor, herkes farkı merak ediyordu. 

Nihayet İyonya'dan zeki bir gencin şehre geldiğini haber verdiler. 
Sokrates onu da çağırttırıp heykelleri gösterdi. 
On beşindeki bu delikanlı baktı, baktı ve "Bana ince, çok ince bir tel getirebilir misiniz?" diye sordu. Hemen getirdiler. Teli aldı, heykellerden birinin kulağına soktu. Herkes meraktaydı. Nefesler kesildi. Sonra bir uğultu... 
Tel, heykelin ağzından çıkmıştı. 
Genç teli çıkarıp ikinci heykelin kulağına soktu. Hayret!.. 
Bu sefer tel heykelin diğer kulağından çıkmıştı. 
Sıra üçüncü heykele gelince meraklar arttı, nefesler tutuldu ve delikanlı ağır ağır işini yaptı. Ama nafile!.. Belli bir mesafeden sonra tel ilerlemiyordu. 
Zorlasa da tel aynı yerde duruyordu. Delikanlı teli çıkardı ve heykelin içine uzanan mesafeyi dışından ölçtü. 
Tel heykelin kalbine kadar gidiyor, orada kalıyordu. 
Sonra şöyle dedi:

"Bu heykelleri her kim tasarladıysa size bir şeyler söylemek istemiş. Çünkü birinci heykel her duyduğunu dillendiren boşboğazları yeriyor. İkinci heykel öğüt dinlemeyen, bir kulağından girip diğerinden çıkan insanları anlatıyor. Bilge üstat Sokrates!.. Bu iki hediye sizin için değil. Ama üçüncüsü size layıktır. Çünkü 'Kulağından gireni kalbinde saklayan makbul adamdır!' demek istiyor."

Herkes gibi Sokrates de bu gencin ferasetine ve bilgeliğine hayran kalmıştı. Onu ödüllendirmek istedi ve mükâfat olarak kendisinden ne istediğini sordu. Gencin cevabı net: "Bana ödül olarak bu heykelleri yapan adamın adresini verin kâfidir!" Sokrates onu Eflatun'a göndermek üzere bir tavsiye mektubu yazmak için mürekkep istediği sırada sordu:
"Senin adın ne evladım?"

"Aristoteles efendim, benim adım Aristoteles!.."
O gün, Sokrates, öğrencisi Platon'u affettiği gibi onu yetiştirmiş olmaktan da gurur duydu?!..



İskender Pala-Bilgeler Arasında / 13.03.2012
(http://www.zaman.com.tr/yazar.do?yazino=1258023&title=bilgeler-arasinda)

8 Mart 2012 Perşembe

8 Mart Dünya Kadınlar Günümüz Kutlu Olsun!



Kimi der ki kadın uzun kış gecelerinde; yatmak içindir.
Kimi der ki kadın yeşil bir harman yerinde; dokuz zilli köçek gibi oynatmak içindir.
Kimi der ki ayal'imdir.
Boynumda taşıdığım vebal'imdir.

 


Kimi der ki hamur yoğuran.
Ne o, ne bu, ne döşek, ne köçek, ne ayal, ne vebal.
O benim kollarım, bacaklarım.
Yavrum, annem, karım, kız kardeşim hayat arkadaşımdır.



(Nazım HİKMET)





7 Mart 2012 Çarşamba

HİÇ'ler Gitsin; HEP'ler Kalsın (!)


bazen biz insanlar söylediklerimizin, yaptıklarımızın nereye varacağını, ucunun nerelere dokunduğunu hiç bilemeyiz? mesela farkında olmadan birinin kalbini incitip incitmediğinizi nasıl anlarsınız? 
diyelim ki; incittiniz? ne yaparsınız? "HİÇ BİŞİ" yapmazsınız değil mi?
çünkü; sol tarafımızdaki GURUR denilen, KİBİR denilen duygular sağ taraftaki melekleri yener ve en başta yerini alırlar. 
hep bi bencillik duygusu ön planda, ben de daha iyisi daha güzeli olsun ama bu da yetmez; aynı zamanda başkasında da olmasın.."HİÇ KİMSE" de olmasın..

nasıl insanlar olduk biz?

halbuki geçmiş zamanlarda 'HİÇ'te böyle değilmiş. insanlar birbirlerini incitmemek için, iyilikte yarışırlarmış. babaannemin dedemin yaşadığı dönemlerde edindiğim gözlemlerle; şimdi ne kadar da cömertlermiş diyebiliyorum. biz göçmen bir aileyiz, kosova topraklarından gelmiş bizimkiler..hem de şa şaaa'lı bir hayatı geride bırakarak..geldiklerinde istanbul'da yerleştikleri bölgeler birer tarla imiş. herşeyi bi kenarda bırakarak, hatta unutarak -unutmaya çalışarak- yeni bir düzen kurmaya çalışmışlar..en küçükten en büyüğe herkes taşın altına koymuş elini, çünkü birlik varmış..kimse kendi kardeşinin üzülmesini istemezmiş, büyükler; küçük kardeşlerinin daha az çalışması için daha çok emek sarf ederlermiş..bu emekler karşılığında da kendilerine yetecek bi düzine sahip olmayı başarmışlar, daha fazlasını istemeyerek..çünkü; küçük dünyalarında birlikte mutluymuşlar..önemli olan da buymuş! şeklin, kıyafetin, hatta paranın bi önemi yokmuş..önemli olan; akrabalık-komşuluk ilişkilerinin iyi olmasıymış..öyle ki; evlerinin kapılarındaki anahtarlar bile içeride değil, dışarıda asılı imiş. tanrı misafirlerine bile kapılar açıkmış ardına kadar..
çünkü; eski insanların içlerinde kötülük yokmuş (!)
tam da bu noktaya dikkat çekmek istiyorum "KÖTÜLÜK".. 

neden "kötü" olmayı seçiyoruz (?)

şimdiki kardeşlik, aile duygularına bakalım; 
neredeyse ailedeki fert sayısı kadar odanın olduğu bir evde; her bireyin farklı hayatlar yaşadığı, herkesin birbirinden "bi-haber" olduğu ailelerin sayısı gitgide artıyor..önceden yoldan geçenlere bile açık olan kapılar; artık kardeşlere; anneye-babaya bile kapanır oldu..
öyle ki; aynı evde yaşayan bireyler birbirlerinin doğum günlerini bilmiyorlar..
burada önemli olanın "doğum günü kutlamak" olmadığına dikkat çekmek isterim..
önemli olan paylaşımlarımızı arttırabilmek; kapıları açık tutmayı başarabilmek (!)
düşününce "HİÇ"de zor değil aslında..

uzmanların dikkat çektiği noktalarda tam da bunlar; 
-aile içi iletişimlerinizi arttırın,
-hastalıkların kaynağı olan stresi, sıkıntıyı hayatınızda en aza indirmeye çalışın; bunun anlamı nedir?
(kötü düşüncelere yer vermeyin; pozitif bakın hayata..bakın ki; bedeninizde ve ruhunuzda sizi esir almaya çalışan virüsler ve hastalıklara mahal vermeyin..)
-ferrasini satan bilge ne demiş : 
"huzurun kaynağı, sizi huzursuz eden kişi veya olaylardan kurtulmaktır."

benden bu kadar diyorum ve son olarak;
hayatınızda da yukarıdaki gibi KOYU renkler varsa; yerini beyazlara bırakın, görün ki herşey daha güzel olacak (!)


sema..







1 Mart 2012 Perşembe

"1" Fincan Kahvenin Kııııırrrrkkk Yıl Hatırı Vardır!



 "1 fincan kahve'nin 40 yıl hatırı vardır", 
çünkü
hayatta herşeyi unutursunuz belki ama 
kimlerle nerede kahve içtiğinizi "ASLA" unutmazsınız..

nedeni ise; bi yandan kahvenizi yudumlarken bi yandan da karşınızdakiyle dert ortağı olmanızdır..
yudumlar arttıkça; içindekilerde bir bir dökülmeye başlar..
o döküldükçe siz de dökülürsünüz..
dökülmelerle birlikte aranızdaki bağlarda güçlenir, 
bi bakmışsınız kahve size "dostluk" aracı olmuştur. 




düşünsenize, hangimizin üniversite yıllarından kalan kahveyle ilgili bir anısı yoktur ki? 
ders ekilen zamanlarda ilk fırsatta istiklal caddesi'ndeki 
cafelerden birinde hangimiz yerimizi almıyorduk? 
Melekler Kahvesi'ni, Sembol Cafe'yi hatta Mona Lisa'yı bilmeyen var mıdır?
hadi itiraf edelim, anneler-babalar biz üniversiteye giderken çoğu zaman dersleri ekerdik 
ve 
bu zamanlarda Taksim'in yolunu tutar, kahve falı baktırmaya giderdik :)) 
maksat muhabbet olsun, sonunda da "fal" olsun :)



her ne olursa olsun; sonunda dostluk, arkadaşlık olsun..
hatırlar kırılmasın, hatıralar unutulmasın..
kahvemiz de, neşemiz de şekerli olsun..
tıkır keyifli, bol muhabbetli nice kahve'li unutulmayan arkadaşlıklara..




-->rotamissworld